Türklerde ve Çinlilerde şehir mefhumu

  2017-03-14 14:43:27  cri

İngiliz diplomat Lord Stanley, 1865 yılında Beijing şehri hakkında biraz da küçümseyerek "koca şehirde iki katlı tek bir yapı bile yok" diye yazar. Burnu havada İngiliz'in beğenmediği düşük ufuk çizgisi, Çinliler için övünç kaynağıydı.

18. yüzyılda İmparator Kangxi, Avrupa evlerinin çizimlerine bakarken, ayakları topraktan kesilmiş Avrupalılara acımıştı: "Bu Avrupa çok küçük ve acınası bir memleket olmalı; görünen o ki kentlerini genişletecek yeterince alan bulamıyorlar, o nedenle böyle havada yaşama mahkum olmuşlar."

Erdoğan: Ben yatay mimariden yanayım

Son günlerde Türkiye'de şehircilik, popüler bir tartışma konusu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ocak ayında katıldığı Şehircilik Şurası'nda, Türk şehirlerinin çirkin görüntülerinden rahatsız olduğunu söyledi. Erdoğan'ın konuşmasındaki şu sözler günlerce konuşuldu: "Ben dikey mimariden yana değilim, yatay mimariden yanayım. İnsan topraktan uzak değil, toprağa yakın yaşamalıdır. Şehirlerimiz, kentsel dönüşüm projeleri ile gecekondu tarzı yapılardan kurtarılırken, şahsiyetsiz mimari ekollerin pençesine de itilmemelidir."

Erdoğan, şehircilik şurasında yaptığı konuşmada, insan ile şehir arasındaki ilişkiyi doğru kurmalıyız dedi ve bu ilişkiyi tanımlarken şehri, insanın Tanrı'ya yönelmesinin simgesi olarak tarif etti. "Şehir, cennet tasavvurunun bir parçasıdır" dedi Cumhurbaşkanı.

İnsan, her zaman yaşadığı çevreyi biçimlendirme, mekanı organize etme çabasında olmuştur. Her toplum için, bu biçimlendirmeyi belirleyen bir değerler sistemi vardır. Şehir, bu değerlerin bir ürünü olarak oluşur.

İnsan ile şehir arasındaki ilişki, eski Türk şehrinde dini bir anlam taşımaktadır. Şehrin merkezinde cami ve çarşı yer alır. Şehrin hareketliliği, namaz, bayram, cenaze gibi dini etkinliklere göre düzenlenir. Çarşı her zaman dini yaşamın parçasıdır. Çarşı-tapınak ilişkisi, eski Çin şehrinin karakteristik özelliklerinden biridir. Beijing'de bahar bayramı sırasında miaohui etkinliklerinde bu ilişkiyi çok net görürüz: Eğlence, alışveriş ve ibadet iç içedir. Bu, Türklerdeki Ramazan eğlencelerine benzer. Ramazan ayı boyunca, büyük camilerin çevresinde küçük tezgahlar kurulur, geleneksel yiyecek içecekler satılır, oyunlar oynanır.

Dindarlık mı, yurttaşlık mı...

Eski Türk ve Çin şehirleri arasında dikkat çekici bir fark var: Türk şehri, insanı daha fazla dindar olmaya zorlarken, Çin şehri yurttaş olmaya iter. Eski Türk şehrinde, şehrin hareketliliği dini aktivitelere göre belirlenirken, eski Çin şehrinde günlük yaşamın hareketini ve mimarisini üç şey belirler: Kültür, gelenek ve saray.

Çin kentinin, bir cennet tasavvuru olarak inşa edilmesi, Türklerdeki gibi dini olmaktan çok, siyasi içeriğe sahip. Çin örneğinde kentlinin daha fazla dindar olması beklenmez, sadık bir yurttaş olması hesaplanır. Erdoğan'ın "şehirlerimiz Tanrı'ya yönelişimizin simgesidir" dediği şeyin Çin'deki karşılığı, insanın Tanrı'ya değil, imparatora, merkezi otoriteye yönelmesidir. Bugün dahi, başkent Pekin'de, konumunuzu Yasak Kent'e göre ayarlamadan yönünüzü tayin edemezsiniz!

Şehirde dindarlık meselesinde, Çinli aydın Gu Hongming'in (1857-1928) "Çin Halkının Zihniyeti" adlı kitabında not ettikleri dikkate değer; Gu'ya göre Çin'de kent sakinlerinin dindar olmasına gerek yoktur, çünkü kendisi başlı başına bir tapınak olan kent, sakinlerine ihtiyacı olan güvenlik hissini verir. Çinli için din, yine bu dünyaya ait bir olgudur.

Parçalı şehirler, tek tip şehirler...

Eski Çin şehri ile eski Türk şehri arasındaki bir fark da, Çin şehrinin tek tip olmasına karşın, Türk şehrinin parçalı ve çeşitli olması.

Özellikle Çin'in eski başkentleri, çok ince detaylara göre belirli bir planla inşa edilmiştir. Beijing, Xian, Nanjing gibi eski başkentler, hep bir master plana göre kurulmuştur. Sarayın, pazarın, surların, tapınakların, yerleşim bölgelerinin nerede olacağı bellidir. Ancak Türklerin başkentlerinin hiçbiri diğerine benzemez. İstanbul, Edirne, Konya gibi eski başkentlerde, şehir hanedana değil, hanedan şehrin topografyasına uyar.

Türk ve Çin şehirlerindeki tek tiplik ve çeşitlilik karşıtlığı bugün bile modern şehirlerde devam ediyor. Beijing'in farklı semtleri, muhakkak bir nebze farklılık gösterse de, kentin neresine giderseniz gidin, bu dümdüz mekanda hep aynı kentin içinde bulunduğunuzu hissedersiniz. Buna karşılık Türkiye'nin başkentinde farklı yaşam tarzlarına ev sahipliği yapan Çankaya ve Altındağ semtleri, iki farklı kentten kesitler sunar sanki. Çankaya, cumhuriyetin kurucu idealleri çerçevesinde, Ankara'nın olmak istediği şeyken, plansız yapılaşmasıyla Altındağ unutulmak ve değiştirilmek istenendir.

Beijing'in batısındaki Shijingshan semti, doğusundaki Chaoyang, kuzeyindeki Haidian, güneyindeki Fengtai semtlerini kapsayan günübirlik bir şehir turuna çıkarsanız, kente genel görünümünü veren köprülerin, otobüs duraklarının, çöp kutularının, metro istasyonlarının, reklam panolarının, çevre düzenlemelerinin, süslemelerin, kırmızı pankartlara asılmış sloganların tek tip olduğunu görürsünüz. Çin şehri, yekpare bir büyük şehirdir. Ancak Türkiye'de, aynı kentin farklı ilçeleri, değişik dünya görüşlerine sahip partilerin belediye başkanlarının elinde, özerk şehirlere dönüşmüş durumdadır. Bu bir yönüyle övünülecek bir şey olabilir; Turgut Cansever eski Türk şehrindeki bu çeşitliliği "şehirler manzumesi" olarak adlandırır. Aynı şehrin farklı kesimleri, galaksiler misali hem birbirinden bağımsız, hem birbirlerine kültürel, sosyal ve iktisadi olarak bağımlı olabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Şehircilik Şurası konuşmasında Türk şehirlerinin bu özelliğine atıf yapmış ve bunun Türk toplumunda var olan çeşitliliği ve farklılıkları bir arada yaşatabilme özelliğini yansıttığını ifade etmiştir.

Eski Türk ve Çin şehirlerinin bütün farklarının temelinde şunu söylemek lazım: Türkler ve Çinliler, birbirinden tamamen farklı iki dünya algısına sahip. Bu farkın temelinde, insan hayatının iki kutbu var: Hareket ve yerleşme. Türkler, varlığı tüm yönleriyle gören hareketli bir kültürden geliyor. Çinlilerde zaman ve mekan algısı daha statik.

"Eski Pekin'i yıktılar, bizim İstanbul'u yıktığımız gibi"

Ancak Türkler ve Çinlilerin ortak becerebildikleri bir şey var: Yıkmak! İstanbul o güzel çeşmelerini, konaklarını savaş ve işgal dönemlerinde değil, yol genişletme çalışmaları sırasında kaybetti. Pekin'in tarihi surları, özenilen Sovyet mimarisinin etkisi ve 1950'lerde kentin sanayi merkezine dönüştürülmesiyle yok edildi. Başkan Mao, başkente baktığında "fabrika bacalarından oluşan bir orman" görmek istiyordu. Günümüzde artık Pekin'de kentte havayı zehir eden fabrikaların birçoğu kapatıldı veya başka yerlere taşındı. Ancak şehrin tarihi sur ve kapılarından geriye de fazla bir şey kalmadı.

Antik şehirler, tüm insanlığın ortak mirasıdır. Dolayısıyla bu tip şehirlerin kaybolması, sadece o şehirde yaşayanları veya sadece o ülkenin vatandaşlarını değil, tüm insanlığı rahatsız eder. İstanbul, Beijing, Roma, Atina, Kahire, Bağdat... Ortak dünya miraslarıdır ve bu evrensel bilinçle korunmalıdır.

Türk mimar Turgut Cansever, eski Beijing'in kaybından dolayı duyduğu üzüntüyü şöyle ifade ediyor:

"Bütün Pekin'i yıktılar, bütün o muhteşem Pekin'i... Ağaçlarla, renklerle bir rüya olan Pekin'i. İnsanlık tarihinin belki üç bin senede meydana getirdiği en muhteşem ürünlerinden birini yıktılar, bizim İstanbul'u yıktığımız gibi..."